“Gittiğin günden beri bende kanıyorsun. Vurulduğun günden beri bizde onulmaz, dermansız bir yarasın. Benim güzel yaram. İyileşmesini istemediğim yaram.”
Merhaba kanayan yaram 1982 yılının ilkbaharıydı. Aylardan nisan. Cemre toprağa düşeli beri bir iki hafta geçmişti. Karayel Şerefdin Dağları’nın eteklerindeki Hasanova köyünün (Hesnawe) karlarla kaplı kuzey yamacını önüne katıp silip süpürmüş; kar denizinin içinde insanda umut yeşerten küçük bir kara parçası görünmüştü. Doğduğun günü şimdiki gibi anımsıyorum. Ayazın insanın iliklerini dondurduğu bir gündü. Koskocaman bir bebektin. Nazardan korumak için seni, komşularımızın meraklı gözlerinden kaçırmak için bin bir dereden su getiriyorlardı. Haksız da sayılmazlardı. Yeşil gözlü, tombiş mi tombiş ve Allah’ın adeta özene bezene yarattığı bir güzelliğe sahiptin. Ve sen bu güzelliğin bedelini biraz ayaklanıp yürüdükten sonraki hayatının tüm evrelerinde fazlasıyla ödedin. Tıpkı en verimli çağlarında yurtseverliğinin ve Kürtlüğünün bedelini canınla ödediğin gibi...
Seni düşündüğüm zaman; nasıl bu kadar hızlı yaşadığına ve kısacık –20 senelik– ömrüne bu kadar çok şeyi nasıl sığdırabildiğine akıl sır erdirebilmiş değilim. Doğman, okula gitmen, Bingöl’de devletin bize yaşattığı acı, reva gördüğü zulüm, Avrupa’ya kaçıp mültecileşmemiz, buradaki çalışmaların, 1999’da gerillaya gitmen, Güney Kürdistan’daki çalışmaların, Kuzey Kürdistan’daki çalışmaların, gerilla saflarında verdiğin mücadele ve en son... En son toprağa düşmen...
Gerçekten bu kadar kısacık bir zaman diliminde böylesine dolu dolu ve hızlı yaşamayı nasıl becerebildin? ‘Tabii ki Kürdistan aşkı, inancı ve özgürlük uğruna’ dediğini duyumsuyorum. O essiz kahkahan kulaklarımda yankılanıyor.
Yıl 2003. İlkbahar ve yaz mevsimlerini çok yoğun geçen bir faaliyet ve eylemsellik süreci ile geride bırakmıştınız. Ateşkes süreci olmasına karşın; Türk devletinin size karşı geliştirdiği çok ciddi yönelimleri ‘pasif direniş’ koşullarında bile bertaraf etmiştiniz. Yapılan kapsamlı operasyonlarda teknik ve nicel üstünlüklerine rağmen TC savaş güçlerine ciddi darbeler indirmiştiniz.
Bingöl’ün tarihsel, sosyolojik ve stratejik yapısından dolayı; sömürgecilerin Bingöl’e atfettiği ‘özel önemin’ farkındalığının yanı sıra devletin kirli politikalarını ve yaklaşımlarını boşa çıkartarak; sadece askeri alanda değil, siyasal alandaki manevralarınızla dosta ve düşmana bu alanda da ne kadar mahir olduğunuzu göstermiştiniz. Sizlerle iftihar ediyorduk, ama sizleri şımartmamak, rehavete düşürmemek bu anlamda yaşımınızı ve güvenliğinizi zaafiyete uğratmamak adına ne yazık ki bizlere yaşattığınız gururu sizinle paylaşamıyorduk.
‘Geç gelen adalet adalet değildir’ diye bir özdeyiş vardır. Biz de Sezar’ın hakkını Sezar’a verememiştik koşulların özgünlüğünden ötürü. Seninle bu ve buna benzer konularda onlarca şeyi paylaşamamıştık. Kimi zaman şartların özgünlüğünden, kimi zaman hassasiyetlerimizden ve kimi zaman da değer yargılarımızdan... Belki de bu saydıklarımdır seni yitirmemize yol açan.
Yaz bütün ihtişamı ve canlılığıyla geride kalmıştı. Sonbaharla beraber yaşam ve tabiat belli belirsiz bir donukluğa yüz tutmuştu. Yapraklar dökülmüş, güz yağmurları ara vermeksizin yağıyordu. Zaman geçiyor, iklim değişiyordu. Doğadaki bu devinim zaman zaman özgürlük savaşçılarının planlamalarını sekteye uğratıyor, onları zor durumda bırakıyordu.
Çavreşi’nin eteklerinden hareket edip, hevallerle sözleştikleri noktada buluşmak üzere yola koyulduklarında karla karışık bir yağmur yağıyordu. Dağın zirvelerine doğru tırmandıkça karla karışık yağmurun tamamıyla kara dönüştüğünü, bir müddet sonra da çok feci bir tipiye dönüştüğünü gördüler. Henüz Kasım ayının 3’ydü. Yıllardan beri dağlarda olmalarına karşın böylesi bir fırtınayı ilk kez görüyorlardı. Ve bunun hiç de hayra alamet olmadığını sezmişlerdi.
Kış ve kar çok ansızın bastırmakla kalmamış, özgürlük savasçılarına büyük bir tuzak olmuştu. Nereden bilecektiniz ki doğa koşullarının kurduğu tuzağın daha beterini Türk ordu güçlerinin kurduğunu.
Öldüler dediler. Üç özge can. Üç fidan. Üç kahraman. Sipan (Vedat Mert), Qehreman Cudi (Yusuf Muhammed), Hamza Urfa (Hasan Çetin) üç gerilla toprağa düştü dediler. Sipan öldü. Sipan öldürüldü dediler. Seninle birlikte bizi de öldürdüler. Gittiğin günden beri bende kanıyorsun. Vurulduğun günden beri bizde onulmaz, dermansız bir yarasın. Benim güzel yaram. İyileşmesini istemediğim yaram.
‘Apê Selim’ (ki sen babanı yoldaşın olarak gördüğün için böyle hitap ediyordun) ile yaptığın son görüşmende ‘birkaç gün içinde kışlık üslerinize çekileceğinizi, artık bahara kadar iletişimin olamayacağını’ söylemişsin. Herkese selam söylemişsin ve vedalaşmışsın. Yoksa bunun son görüşmen ve vedalaşman olduğunu bildiğin halde bize kıyamadığın için mi söylemedin? Son vedanı yaptığını niye söylemedin Vedat’ım, yeşil gözlüm? Yoldaş yoldaşıyla, kardeş kardeşiyle böyle mi vedalaşır iki gözüm? Ayrılığın böylesi olur mu? Var mı böyle yalnız ve apansız çekip gitmek?
Seni çok ama cok seviyoruz. Sana doyamadan, seni koklamadan çekip gittin. Seni çok özlüyoruz canım kardeşim, hevalim. Bugün 3 Kasım 2007. Ölümünün 4. yıldönümü. Ama her zaman aramızdasın ve biz seni yaşıyoruz, yaşatıyoruz tüm hevallerinle birlikte. Seni teneffüs ediyoruz her nefes alış verişimizde. Seni doyasıya öpüyoruz. Senin ve diğer kahramanlarımızın yolunda yürümeye devam ediyoruz. Devam da edeceğiz.
Kar düşmeyen iklimlerde
Yalnızlığıma karlar yağar,
Ve üşür
Üşür yalnızlığım.
Duygu nehri akmaz,
Buz bağlamış özlemden.
Ağabeyin ...
NEVZAT MERT
2 yorum:
ölüm adın kahpe olsun
devrimci toprağın öperim
sevdiğin ülkeyi severiz,
indiğin yamacı,
çıktığın yokuşu;
maviden bir kasırgaydı seninkisi
hayat değil
yaşadığın günleri
umuda astığın düşleri severiz
ve selam ederiz binlrce
Yorum Gönder