.jpg)
Sis gittikçe yoğunlaşıyordu. Etrafı beyaz bir kar örtüsü kaplamıştı. Şerefdin Dağı şimdi artık görünmez olmuştu. Sis bastırdıkça daha fazla uzaklaşıyorduk. Aramıza sonsuz bir beyaz girmişti. Beyaz, soğuklukla ancak bu kadar birbirlerine yakınlaşabilirlerdi. Biri diğeri oluyordu, diğeri ise öbürüne dönüşüyordu. Gerçek ve gerçek dışılıktır kar ve karanlık. Yan yana ve birdirler. Yan yana oluşları her an açılacak bir uçurumdur birliktelikleri. Şerefdin Dağının görünmezliği içimde bir burukluk yaratıyordu. Tek sığınacağımız yerimizdi. Orada bir umut, arkasını dayayacağın sağlam bir mevzi ve belli belirsiz, sürekli bir sıcaklıktı. Şimdi tüm etrafı sisle beraber karanlık da iyice çökmüştü. Yalnızlık ve soğukluk içimizi kaplamıştı. Fırtına bastırıyordu. Katırları hızlandırmaya çalıştık. Yolu kaybetme ihtimali bile vardı. Bu fırtınada yolu çıkarmak zor oluyordu. Aslında kar yolu kapladığı için yol diye bir şey yoktu.
Karanlıklı ve fırtınalı bir gecede yürümek ve yolu çıkarmak ne kadar zor olsa da katırlar yolu çıkarabiliyorlardı. Hızlandıkça arkamda bir tehlike bırakma hissi canımı sıkıyordu. Parkeme sıkı sıkı sarıldığım yarı telaşlı sıkıntımı üstümden atamıyordum. Katırın bir anda karaltısı duraksadı. Yerine çakılıp kaldı, diklendi. Tek bir adım atmadı. Kulaklarını öne doğru sivriltip, tek bir noktaya baktı. Bir şeyler mi görmüştü? Beş saniye bekledikten sonra yürümeye başladı. Hiçbir şey görmemiştim. Rüzgar uzaklardan bir kurt uluması gibi sesi gelmekteydi. İkide bir yukarıya doğru dikleştirip yürüdü.
Uzun süre yürüyorduk, sığınağa varmıştı. Yükleri indirdik. Fırtına dinmiş olmasına rağmen Şerefdin’den uğultusu duyulmaktaydı hala. Yorucu bir yürüyüş yapmıştık. Kemal arkadaş yorgun ve dalgınlık içinde karşımda bir an duraksadı, yanan ışık yüzüne çarpıyordu. Yüzü kızıl bir tebessüm içindeydi. Bir an göz göze geldik. Gözlerindeki yorgunluk yatmak istediğini belirtiyordu. Kemal arkadaş gidip yattı. İçerisi ısınmıştı, sobanın yanına uzandım, bir sigara yaktım. Kulağım dışarıdaydı. Düşman cihazından bir hareketlilik olup olmadığını takip etmek için cihazı dinledim. İz bırakmıştık.
Güney sahasından beklediğimiz grup sabaha doğru geldi. Milisimiz yanlarındaydı. Bir an önce yola çıkmamız gerekiyordu. Noktamızı terk etmemiz gerekiyordu. Karda iz çıkarmıştık. Kar fırtınası bir süre devam etmişti. Sonra durmuş, gece ayaza durmuş, izlerimiz kapanmamıştı. Düşman araziye çıksa bizi bulmaları işten değildi. İzlerimizi takip edip sığınağın tam üstüne gelirdi. Eliyle koyduğu gibi bizi bulurdu. Grubu fazla tehlikeye koyamazdım. Hemen noktadan ayrılıp yola çıkmamız gerekiyordu. Akşamdan getirdiğimiz kahvaltılıklarla acele kahvaltı yaptıktan sonra yola çıkmamız gerektiğini belirttim.
Etrafı kontrol etmek için dışarı çıktım. Şafak sökmek üzereydi. Yarı plato olan arazide bir saydamlık hakimdi. Sis dağın eteklerinde ince bir şerit biçiminde boydan boya sarmıştı. Zirvelere doğru tamamen sis altında kalmıştı. Sis dağın silsilelerini boydan boya sarmış, şeklini değiştirmişti. Çukurlarda hala sis kümeleri duruyordu. Şerefdin Dağı, zirvesindeki sislerin üstü yavaş yavaş kızıllaşıyordu. Ürküntü verecek bir sessizlik sürüyordu. Sessizlik derin bir rahatsızlığı uyandırıyordu. Her an bir şeyler olacakmış, büyük bir gürültü kopacakmış gibiydi. Bir şeyler çığlık çığlığa bir yerlerden kopup gelecekti. Bunun için bir kıpırtı, bir ses yeterdi. Şirin’in gülümsemesi, gözlerimin önünde belirdi. İnce çocuk kahkahası kulağımda yankılandı. Bütün sessizliği yırttığımı sandım. İçimde bir ürperti yükseldi. Şirin’i şimdi o kadar görme istemi içimden yükseldi ki, bir an içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Şirin’I ilk gördüğüm anki manzara gözlerimin önünde canlandı.
Şirin annesi ile birlikte bizi kapıda karşılamıştı. İçeri girdiğimizde merhabalaştık. Yaşı 8-9 civarındaydı. Lüle lüle olan sarı saçları ensesinden açıktı ve sırtında dağılmıştı. Kafası dik, saçları dağılmadan durmaya özen gösteriyordu. Yüzü beyazdı. Ciddi ve ince bir alaylılık taşıyordu. İki yanağında gamzesi, ince küçük burnu, biraz yüksek gibi duruyordu. Gülünce yanakları yuvarlaklaşır, çenesi ve yanağındaki gamze çukurlaşır ve yüzü ince bir çizgi çizerdi. Burnu da daha fazla yükselirdi o zaman. Masmavi gözleri farklı bir anlam katıyordu yüzüne. Bakışları dik ve zekiceydi. Önümüze düşüp içeriye yöneldi. Yaşının üstünde gösteren bir sakinliği vardı. Kendine güvenli adımlarla yürüyordu. Şirin’I biraz arkadaş seyrettikten sonra gözlerimi ondan ayırmadan içeriye doğru yürüdüm. Hareketleri bana yaşının çok üstünde cüretkar gelmişti.
Gewrê ana ile içeri girerken Şirin’e baktığımı fark etmişti. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Bir şey söyleyecek gibi oldu, söylemedi
- “Adı…”
- “Almanya’dan gelirken çok ısrar etti” sözlerini doğrulatmak istermiş gibi gözleriyle Şirin’I aradı. İçeri girip oturduk.
Gewrê ana oturduğu yerden biraz doğruldu, bize doğru baktı. Yerimizin rahat olup olmadığından emin olmak ister gibi arkamıza baktı. Bakışları koruma ve şefkat doluydu. İçinde bir heyecan olduğu her halinden belliydi. Ellerini koyacak yer bulamıyor gibiydi.
Gewrê ana kırk yaşını geçmiş gibiydi. Yüzü son derece bir olgunluğa erişmişliği yansıtıyordu. Dinçliğini korumuştu. Otoriter bir yapısı vardı. Söylemek istediğini iyi izah etme gücü vardı. Kadın olarak da cins mücadelesi özgünlüğü ile mücadele etmesi özelliğini daha pekiştirmişti. Ellerini dizlerinin üzerinde bağladı. Yine çözdü. Halı üzerinde sağa sola getirip götürdü. Bir saha açar gibi yaptı. Üzerinde bir şeyler varmış gibi onları itti. Parmakları halının diplerini araştırmaya koyuldu bu sefer.
- “Onu buralara çeken bir şeyler var”
Biraz duraksadıktan sonra
- “Şirin’den büyük… ve Sipan kardeşleri Almanya’dan katıldılar. Sipan bir süre gençlik faaliyetlerinde çalıştıktan sonra ülkeye geçti.”
Bir süre konuşmuştuk, bir daha geleceklerini söylediler ve gittiler.
Ufuk daha da belirginleşiyordu. Doğa üstündeki örtüyü yavaş yavaş çekiyordu. Bir süreliğine buradan ayrılıyorduk. Yola çıktık, yürüdük, noktamızı gerimizde bıraktık.
II.
İnce ve derin bir vadi boyu yürüdüler
Kar, gümuzi ışıltıları saçlarından aktı
Bir sabah çıkıp geldiler
Geldiler uzun gölgeleri ve silahlarıyla
Yüksek bakışlarıyla
Uzun uzun baktılar
Soluklarındaki buğularına ve gerilerine
Uçtu düşerinden bir serçe
Öncesizliğin derin kuyusundan ve serçenin
Kanatlarından korktular
Korkularını bir ilah saydılar
Sıvası toprak kokan duvara astılar
Ve
O an anladılar ki döngü hiç durmadı
III.
Rüzgar uzaktan kıvrıla, döne dolaşa sararmış otların ortasına daldı. Otların içinde dalçalandı. Otların arasına dalarken eteği tutuşmuş gibi oldu. Rüzgarın ikinci dalgası yetişince artık dalgalandırmıyordu. Otları yoluyor gibiydi. İki-üç saniye döndükten sonra otların arasında hızla yol aldı. Rüzgar hız aldıkça deniz dalgaları biçiminde dalga dalga ilerledi. Otların içinden çıktı. Karşı taraftan gelen rüzgarla kapıştı. Kapışmaları birbirine sarılmaya döndü. Sarmak biçiminde küçük bir hortum havaya yükseldi. Küçük bir duman bulutu havada bir süre belirdi.
Hortumun bittiği yerde dört at belirdi. Ard arda vermişlerdi. Dört atta da aynı mesafede birbiri ardısıra yürüyorlardı. Umursamaz bir yürüyüşleri vardı. Sonra ikinci sıradaki koyu kırmızı olan at yoldan ayrıldı. Yolun kenarındaki otların arasına ağzını daldırdı. Bir tutam out ağzıyla kopardı. Bir yandan Out çiğnemeye başladı. Önde yürüyen atlar birden durdu ve arkasındaki diğer iki ata baktı. Arkasındaki at birden arkadan gelip çarptı. Yanından geçip ilerledi. Geçerken öndeki atı dişledi. Ve hız aldı. Arkaya bozluğa bir çifte savurdu. Diğer atlarda arkasından koştular. Atlar dört nala koşmaya başladılar.
Tepenin ardından atlar kayboluncaya kadar Sipan atları izledi. Atlar gittikten sonra arazi bir sessizliğe bürünmüştü.
Atların ardından rüzgar da kesildi. Sipan atların kaybolduğu tepenin ardından hala bakmaktaydı. İleriye birkaç adım attı. Sonra durdu. Cebinden tütün kutusunu çıkardı. Bir sigara sardı. Elleriyle yeleğinin ceplerini yokladı. Cebine elini attı, çakmağını çıkardı sigarısını yaktı. Kısa adımlarla tur atmaya başladı. Sonra atların kaybolduğu tepenin ardına bir daha baktı.
Elimde cihazla dışarı çıktım. Mandal kareleri doluyordu. Etrafa doğru gözle taradıktan sonra bir şey bulamadım. Sipan’a doğru yaklaştım. Sipan yerinde durdu, bana doğru baktı. Merakanmıştı. Bir şeyler sezmiş olmasına rağmen üzerinden bir şeyler var gibiydi. Ve atamadığımdan dolayı tahminin ne olduğunu tam netleştiremiyordu.
-“Düşman cihazlarında bir hareketlilik var. Ve cihazdan anlaşılan yakın olduklarını gösteriyor.”
Önümüzdeki küçük tepeciklere dürbün attık. Görünürde hala bir şey yoktu. Bakmaya devam ettim. Sipan küçük bir tümseğe oturmuştu aşağılara doğru bakıyordu. Saçları dağınıktı. Elbiselerinin kiri iri cüssesini daha da irileştirmiş gibiydi. Avuçlarını ovuşturuyordu. Güneşten yüzü esmerleşmişti. Çıplak gözle aşağılara doğru bakmaya devam ediyordu. Aslında bakmıyordu, gözleri bir noktaya kilitlenmişti. Dudağında bir şarkının nakaratını tekrarlıyordu. “Bir yar gider bin yar gelir, bir yar gider bin yar gelir.”
Nakaratın ritmi hızlanır gibi oldu. Atların ardında kayboldukları yerde bir kişi belirmişti. Sonra ikinci, sonra üçüncü derken sayıları çoğalıp çıktılar. Sol taraftan da iki kol olduğumuz tarafa doğru ilerliyorlardı. Karartıları uzaktan siyah karıncaları andırıyordu.
-“Bir yar giderrr … Bin yar gelirrr…” Yüzünde alaylı ve küçümser bir gülümseme belirdi.
-“Heval Sipan sığınağa gidiyoruz” dedim.
Sipan atların kaybolduğu tepeye doğru son bir defa daha baktı. Ses üzerinde soğuk bir duş etkisi yarattı. Ses kulağında üst üste yankılanmaktaydı. “Sığına gidiyoruz” cümlesi suya atılmış bir taş gibi beyninde helezon yarattı. İki kelimenin beyninde yarattığı helezonlar gittikçe büyüyordu.
Sığınak karanlık bir deniz oluyordu. Bu iki kelime denize atılmış taşlar oluyordu. İçinde bir ürküntü yaratıyordu. Güneşi, yer yüzeyinin aydınlığını yitirmek, toğrağın yüzeyini, gerçek rengini bir daha görememek, dokunup koklayamamak, havayı ciğerlerine ölesiye soluyamamak, güneşin sıcaklığını teninde bir daha duyumsayamamak. Sığınak diri diri mezara girmek. Yerin altına gömülen her şey, güneşsiz ve aydınlıksız karanlıklara gömülmüş bir yaşam demekti. Sesini soluğunu kaybetmek, boğazında çığlığını yitirmek.
Sipan’ın rengi solmuştu. Yapacak başka bir şey olmadığı düşüncesi daha da tahammül edilmez gelmişti. İstemeye istemeye yürüdü. Önce silahını, sonra da raxtını gönderdi.
Sığınağın çevresine çok dikkat edilirdi. Etrafında hiç iz çıkarılmazdı. En küçük bir şey sığınağın deşifre olmasına neden olabilirdi. Sığınağın ağzı bir kaza ile kapatılıyordu. Kasanın içi arazinin rengine uyarlanmıştı ve tam ortasında bir delik bırakılmıştı. Delik bir taşla kapatılırdı. Sığınağın girişi aşağıya doğru dik bir biçimde üç metre inmekteydi. Yana doğru iki buçuk metre düz ilerledikten sonra sola doğru iki metre sonrası sığınağa ulaşılıyordu. Giriş tüneli bir insanın raxtsız ve silahsız ancak girebileceği genişlikte yapılmıştı. İçerisi bir oda büyüklüğü kadar açılmıştı. Tavanın çökmemesi için kubbe biçiminde kazılmıştı. Sipan tünele girdiğinde bir karanlık hüzmesi ile karşılaştı. Gözlerinin ışık alma yeteneği de bu karanlıkta kaybolup gitti. Kol, ayak ve dizlerinin devinimi ile ilerliyordu. Sola dönen tarafı da aşmıştı, içeriye kendini ağız üstü bıraktı. Derin bir nefes aldı. İçeriden ekşi bir koku burnuna geldi. Fanus yanmaktaydı. Karaltılardan zor fark ettiği Suat ve Çem’in ortasına geçip duvara yaslandı. Öylece oturdu.
Sipan bölgeye yeni gelmişti. Bu tür durumlara alışık değildi. Kendisine hakim olmada zorlanıyordu, sakinleşemiyordu. Doğduğu, çocukluğunu geçirdiği alanda gerilla olacaktı. Düşmanla doğru dürüst savaşmadan canlı canlı girdiği tabutta ölümü bekler gibi eli kolu öylece bağlı düşmanı bekleyecekti. Özellikle bunu bir türlü kabullenebiyordu. Boğazının kuruduğunu hissetti. Çem’e doğru dönerek su matarasını istedi, matarayı kafasına dikti. Bedran suyun fazla harcanmaması, ölçülü kullanılması uyarısını yaptı. Su gerçekten az kalmıştı. Düşmanın araziden ne zaman geri çekileceği de belli olmayabilirdi. Ve en çok zorlanılacak şey suydu. Sığınakta da en fazla su tüketiliyordu.
Sığınakta bir tedirginlik hakimdi. Farelerin koşuşmaları ve sesleri sinir bozucuydu. İçerideki sessizliği bozan fareler ve kendi soluk alış verişleriydi. Sipan ilk defa soluk alış verişini bu kadar yakından duyumsadığını düşündü. Soluğunun sesini bu şekilde ilk defa fark ediyordu. Oysa kendisinde bilmediği ne çok şey vardı keşfedilmedik. Kendisinde bilmediği, fark edemediği keşfedemediği düşündesini hayretle karşıladı. Düşündükçe her şey garip gelmeye başlıyordu.
Durup bekledikçe üstünü bir şeylerin kapladığını hissediyordu. Nefes almakta zorlanıyordu. Daraldığı hissi derinleştikçe bütün düşünceleri ve hücreleri ayaklanıyordu, her şey beynine hücum ediyordu. Üzerini boğucu ve rahatsız edici bir sıcaklık bastı. Elinde bombasının madeni soğukluğunu hissetti. Elleri o kadar sıkı kavramıştı ki bomba ile bütünleşmiş gibiydi. Bir süre bombasına baktı, sonra çevresine baktı. Arkadaşlarının üzerinde gözlerini gezdirdi, her an fırlayacaklarmış gibi duruyorlardı.
Sipan sığınağa girdiğinden beri arkadaşlarının yüzlerine yeni bakıyorlardı. Gözlerini bir noktaya dikmiş, oradan gözlerini ayıramazmış gibi hissetmişti. Yüzlerinin gergin ve solgun olduğunu düşlemişti. Baktığında yüzleri hiç de gergin ve soluk değildi. Hatta rahat oldukları bile söylenebilirdi. Ferahladığını hissetti. Biraz öncesinden Bedran hakkında düşündüğünden bile pişmanlık duydu. Bedran’I o kadar niye suçlamıştı ki? Bütün sorumluluğu ona yüklemesi fazlaydı ve haksızlıkta bulunmuştu. Kendisinin daralmışlığına bir suçlu aramıştı ve bunu da Bedran’a yüklemişti. Bunu yapacak ne vardı ki? Hiç yoktan, herşeyin sebebini onda görmüştü. Sonradan bunu Bedran’a anlatmaya karar verdi. Evet bunu kesin yapması gerekiyordu, kesin konuşması gerekiyordu. Hatta yerinden kalkar gibi bile oldu. Şimdi zamanı değildi.
Sipan gözlerini bana öylece dikip bakıyordu. Dönüp ona doğru baktım. Dışarıdan gelen sesleri dinlemeye koyuldum. Düşman gücü sığınağımıza çok yakınlaşmıştı. Toprak sığınak olduğundan, sesler rahatlıkla geliyordu. Kulağımdan cihazın kulaklıklarını çıkardım, cihazdan artık yakınlaşıp yakınlaşmadıklarını takip etmeye gerek kalmamıştı. Sesleri çok yakınımızdan geliyordu. Sığınağın ağzına doğru yaklaştım. Arkadaşların hepsi tetikteydiler. Onlardan hiç ses çıkmıyordu. Onlara doğru dönüp baktığımda Renas yerinden kalkıp silahı ile çömelerek bana doğru gelmeye çalışıyordu. Ellerimle oturmasını, yerlerinden kalkmamalarını işaret ettim. Renas geri geri gidip yerinde oturdu. Sipan’a doğru başını yana çevirip baktı. Yüzü ile bir şey anlatmak istedi, Sipan cevap vermedi, hatta mimikleri ile otursana anlamında çıkışır gibi oldu. Sipan’ın elinde bombası hala duruyordu. Elinde bombasını unutmuş gibi ellerini rast gele getirip götürüyordu bile. Bu Sipan’ın ilk sığınak deneyimiydi. Başlangıçta biraz gerginleştiyse de, şimdi daha rahat görünüyordu. Beklediğimden daha erken alışmıştı bile.
Askerlerin ayak sesleri tam üstümüzden geliyordu. Ayak seslerinden sayılarının kalabalık olduğu anlaşılıyordu. Sağa sola koşuşan ayak sesleri ve tepinme sesleri bir süre devam etti. Yirmi dakika kadar sığınağımızın üstünde durdular, hala gidip gelen telaşlı ayak sesleri vardı. Bir süre sesleri hiç gelmedi. Sesler tamamen kesilmişti. Arada bir ayak değiştiren sesten olmasaydı, tepemizde kimsenin olmadığı bile düşünülebilirdi. Bir şeyler mi fark etmişlerdi? Sığınağa girerken her şeye dikkatle bakmıştım. Deşifre olmamıza neden olacak hiçbir şey görmemiştim. Dikkat çekecek bütün şeyleri gözden geçirmiştim. Daha bunları düşünürken, sesi kaba ve biraz cızırtık gelen, ses tonundan komutanları olduğu anlaşılan kişi
“Diğer taraflara da baktınız mı? Bir şey yok mu?” Karşı taraftan bir ses gelmedi. Komutan yine
“Kendinizi oradan aşağılara doğru bırakın anlaşıldı mı?” Son kelimeyi üstüne basa basa söylemişti. Karşıdan yine ses gelmedi. Konuşmasından komutan olduğu anlaşılan kişi ileriye doğru dört adım attı, sonra durdu. Ayak seslerinden yorgun olduğu belli oluyordu. Ayak sesleri geri döndü, bir süre yürüdü, sonra yerinde durdu.
Bir anda rahatlamıştım. Bir şey fark etmemişlerdi. Askerler bir süre daha beklediler. Sonra cihazdan ilk dağıldıkları yeri doğru hareket etmeleri talimatını aldılar. Yine bugün arazide kalacaklarını belirtmişti. Karşı taraftan konuşan kişi cihazdan bazı şeyler daha belirtmişti. Sığınağın üstünden bir süre ayak sesleri gidip geldikten sonra sesler gittikçe uzaklaşmaya başlamıştı. Derin bir nefes aldım. Arkadaşlara geri çekildiklerini işaret ettim. Bir süre bekledik. Askerlerin nerede konumlanacaklarını tahmin etmiştim. Ayak seslerinin uzaklaşması bir saati aşkın oluyordu. Sığınağın çevresinden çok uzaklaştıklarından tam emin olduktan sonra sığınaktan dışarı çıktım. Suyumuzu aldığımız çeşmeye doğru geri çekiliyorlardı.
Sipan atların kaybolduğu yerde durdu. Yönünü tam geriye çevirdi. Karşı yamaca doğru baktı. Karşı yamaçtan kendisi de şimdi bir karınca kadar küçük görünüyordur. Adımları da bir karınca kadar. Askerler de karıncalar kadar küçük görünmüşlerdi. Adımları da karınca adımları kadar küçük görünmüşlerdi kendisine. Elindeki su matarasını öylece salladıktan sonra yere baktı. Askerlerin bot izleri daha duruyordu. Bir daha karşı yamaca, sığınağa baktı. Bir şey görmedi. Döndü, hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Bedran önden yürüyordu. Bedran çeşmeye vardığında önce yüzünü yıkadı. Avuçları ile üst üste gelişi güzel yüzüne suyu döktü. Matarayı çeşmeye yan yatırıp suyu doldurdu. Matarayı yarıya kadar doldurduktan sonra çeşmenin yukarısına yürüdü. Bir taşın üstüne oturmuş halde matarayı kafasına dikti. Suyu içtikten sonra matarayı yanına indirdi. Askerlerden şikayet eder gibi
“Uyduruklar çeşmeyi bulandırmışlar” Sonra kendi kendine “Hadi içtiniz, niye bulandırıyorsunuz?”
Sipan Bedran’ın söylediklerine hiç aldıracak durumda değildi. Çok susamıştı. Dudağı yapış yapış olmuştu. Avuçlarına suyu doldurup doldurup içmeye başladı. Sonra yüzünü yıkadı. Saçlarını da ıslattı. Elleri ile biraz şekil verdi. Şutiğinin başını çözdü, yüzünü kuruttu. Matarısını doldurdu, silahını omuzuna astı. Sağ elini bir kez daha suya daldırdı. Bir avuç su dudağına götürdü, yarısını içti yarısını ağzında dolaştırdıktan sonra dışarı attı. Suyu içmekten çok, suyla oynuyordu. Suya bir daha çömeldi. Avuçlayıp avuçlayıp boşalttı. Suyla şimdi şakalaşıyordu. Yüzü bir çocuk yüzü kadar şendi. Şimdi yerinde duramıyor gibiydi. Sonunda yerdeki matarayı sağ eli ile kaptı yürümeye başladı.
Altın sarısı çekirdekler parlayıp vınlayarak toprağı şiddetle emdiler. İndikleri yerden toprak topaçları kalkıyordu. Hemen başının biraz üstünden ikisi daha vınlayıp geçtiler. Sağında solunda karıncalar gelip gelip toprağa saplanıyorlardı. Önündeki taşa bir kurşun isabet etti. Kurşun taştan sekip madeni bir ses bırakarak ileriye düştü. Arkadan birden fazla silah aynı anda çalışmıştı. Bunlara diğer bir taraftan da eşlik edenler olmuştu. Sipan ayağından bir şeyin yanıp geçtiğini hissetti. Kurşun sağ ayağını yere çökertecek gibi sert bir şekilde ayağını sarstı. Dizlerinin üstüne damlayan kızarmış yağ gibi acı veriyordu. Ayağının ıslandığını hissetti. Kan aşağıya doğru bir şeyleri yarıyormuş gibi iniyordu.
Sipan Bedran’ın biraz gerisinde kalarak yürümüştü. Çeşmeden daha yüz metre uzaklaşmamışken, arkadan düşmanın yoğun atışları altında kalmıştı. Olay o kadar hızlı gelişmişti ki, kendisini yere atmaya bile geç kalmıştı. Başlangıçta olayın ani gelişimini üstünden üç dört saniye atamamış, sonra nasıl olduğunu kendisi de anlamadan hemen yere atmaya çalıştığı anda ayağında bir yanma hissetmişti. Elinde matara olduğu halde ağız yere attı. Mataradaki suyu dökmeme kaygısıyla sağ eli dirseğinin üstüne düşmüştü. Dirseğinin derisi ezilerek yarıldı. Kolu acıyla incindi. Mataranın dibi yere değdi. Mataranın ağzından yukarıya su yükseldi. Bir kısmı yere döküldü kalanı yükseldiği gibi mataraya boşaldı. Diğer eli ile silahını kavradı omuzundan indirdi, emniyeti taramaya getirdi. Sonra mekanizmayı çekti. Tüm bunlar o kadar kısa sürede gerçekleşmişti ki, kendisi de buna şaşırmıştı. Silahını omuzundan nasıl indirmiş, nasıl tarama üzerine getirmiş ve mekanizmayı nasıl çekmişti kendisi de bilemiyordu. Bunlara dair düşünebildiği ve doğruluğundan emin olduğu şey, silahını karşıya doğrultup mevzi aldığında kollarının acısını hissetmesiydi. Silahının menzilinde o zaman ancak askerleri de görebilmişti. İki ayrı yerden kendilerine doğru iki kolun ilerlemeye çalıştığını gördü. Soldan ilerleyen kolun üzerine namluyu doğrultup nişan aldı. Soldan ilerleyen kol dört askerden oluşuyordu. Çapraz ilerlemeye çalışıyorlardı. Sipan dördü üzerine tetiğe bastı, bir daha bastı. Silahının sesiyle kendisine daha iyi geldi. Tetiğe bu defa zevk alarak bastı. Bir asker dışında diğer üçü kendilerini yere atmışlardı. Ayakta duran asker öylece yerinde donmuş gibi duruyordu. Uzaktan bile çelimsiz bir asker olduğu belli oluyordu. Çelimsiz asker bir süre ayakta durduktan sonra bir kum yığını gibi yere yıkıldı. Sağda ilerleyen kol artık ilerlemiyor durmuştu. Sipan’ın ardından Bedran da karşılık vermişti. O zaman savunmaları olduğu anlaşılan iki yerden yağan ateş altında kalmışlardı. Sipan askerlerin ilerlemelerini bir süre de olsa, oyalamıştı. Yeniden elini mataraya uzattı ve yerde bir süre süründü. Önündeki küçük tepeyi sürünerek aştı. Tepeyi aşınca ileride Bedran onu bekliyordu. Çömelerek koştu, Bedran’a yetişti. Bedran’ın yüzündeki tedirginlik hala duruyordu. Bedran başta tedirgin olmuştu. Sipan’I görünce birden yüzü aydınlandı. İlk taramadan sonra birbirlerinden kopmuşlardı. Biraz ötesinde silah sesi duyduğunda rahatlamıştı. Sipan’ın elinde matarası olduğu halde yaklaştı.
-“Bir şeyin var mı heval?” Bir yandan sorarken diğer yandan Bedran’ın üzerinde gözlerini gezdirdi. Acaba o da yaralanmış mıydı? Sonunda bir şey fark edemedi.
Bedran bir süre durduktan sonra
-“Benim bir şeyim yok ama senin bir şeyin var gibi” Pazılarına doğru akan kanı bir süre gözleri ile süzdükten sonra
-“Yaralanmışsın.”
-“Önemli bir şey yok, mermi eti delip geçmiş, kemiğe bir şey olmamış.” Sipan bir an duraksadı. Ayağına doğru baktı. Dizden aşağısı kan içindeydi, paçaları kan lekeleri içinde toza bulanmıştı. Kan ayakkabısına girmişti. Ayakkabısı vıcık vıcıktı.
-“Ciddi bir şey yok, yamacı arkadan dolanmamız gerekecek. Haydi koşalım benim bir şeyim yok.” Sipan’ın yarası hala sıcaktı. Yara sıcak olduğundan ağrı hissetmiyordu. Kan bir süre akmış sonra biraz yavaşlamıştı. Yaralandığında ayağını bağlama fırsatını bulamamıştı.
Kulağında ilk sesi yankılanıyordu. Kulağındaki ses titreşip titreşip yankılanıyordu. Sipan hala ilk tarama sesindeki hareketleri gözlerinin önünde sürekli canlandırıyordu. Üst üste sahne tekrarlanıyordu. Birden boşluğa düşer gibi olmuştu. Mantıklı düşünebilme yetisini o anda kaybetmişti. Önünde toprağa saplanan ilk kurşun, hala toprakta gözlerin önünde gelip gelip patlıyordu. Belki onlarca defa kurşun değdiği yerde ha bire patlıyordu. İlk tarama ile ve kendisinin ilk heyecanını hala duyumsar gibiydi. Bir arkadaşla daha önce yaptığı bir tartışmada
-“Hiçbir şey ani olaylar kadar insanın kendisini olduğu gibi ele vermez” demişti. Neysen o an osundur. Ani olaylar insanı çırıl çıplak yakalar ve ortaya koyarmış. Sipan kendi kendisine gülümsedi. Bütün o karmaşa içinde mantarayı dökmemeye çalışmıştı. Suyun dökülmemesi için dirseğini de yarmıştı. Aslında en çok kafasını kurcalayan şey, iradesi dışında yapmış olduğu hareketlerdi. O anı bir türlü anımsayamıyordu. Olay kafasında parça parça ve birbirinden kopuktu. Evet olay kendisini ani yakalamıştı. Çok hızlı hareketlerle kendini yere bırakmıştı ve aynı çevik hareketlerle hatta bir askeri de vurmuştu. Ama ilk hareketlerinin karanlıkta kalan bölümlerini o kadar istemişti ki, düşündükçe sahneler gerçek dışı olaylara bürünüyordu.
Çatışmaya girdikleri yerden silah sesleri hala yoğunca gelmekteydi. Sağ üst taraflarında yerden toz kaldırarak ilerleyen bir şeyler fark ettiler. Arkalarında toz duman bırakarak dört nala atlar koşar halde gelip önlerinden geçip gittiler. Atların ayakları yere değmiyormuş gibi koşuyorlardı. Atların arasında koyu kırmızı at yoktu. Atlar kayboluncaya kadar Sipan ardlarından baktı. Koyu kırmızı at yoktu… Atlar geçip gittikten sonra Sipan’ın yarası ağrımaya başlamıştı. Şimdi ayağından yukarıya doğru bir sızı yükseliyordu. Yarası yeni yeni soğumuştu. Bir süredir hala koşuyorlardı. Ter içinde kalarak sığınağa ulaştılar.
Sığınağa ulaşır ulaşmaz Sipan hemen yere oturdu. Şalvarının zincirini çözdü, dizlerinden yukarıya sıyırdı, yarasını açtı baktı. Eleriyle yaranın üstüne bastı. Kurşun çıktığı yeri daha fazla açmıştı. Hala kanıyordu. Yara dizlerinin üzerindeydi, delip geçmişti. Arkadaşların hepsi gelip başında toplandı, kendisini soru yağmuruna tuttular.
Bedran bir arkadaşın Sipan’ın yarasını bağlamasına yardımcı olmasını ve diğer arkadaşların da hızlı hazırlık yapmalarını noktayı bırakacaklarını belirtti. Noktasını deşifre olmuş olabileceğini, onun için Karlıova’nın güneyindeki alana geçileceğini belirtti. Acele etmelerini çünkü düşman takviyelerinin her an gelebileceklerini söyledikten sonra sığınağa indi. Aşağıları biraz gözledikten sonra döndü. Bedran Sipan’a doğru ilerleyerek, gelip yanında durdu.
-“Yaran nasıl, yürümede seni zorlar mı?” Bedran cevabı beklemeden öne doğru eğildi, yaraya baktı. Sipan yara ile uğraştığı halde başını kaldırmadan,
-“Bir şey yok eti delip geçmiş, fazla zorlamaz.” Bedran sonra gülümseyerek
-“Yüzün toz içinde kalmış.”
-“Kendimi yere attığım sırada yüzüm toza gömüldü” Biraz duraksadıktan sonra şikayet eder gibi,
-“Kaç zaman sonra yüzümü ne güzel de yıkamıştım” Eliyle yüzündeki tozları silmeye çalıştı.
Sipan yarasının üzerini bir bezle bağladı. Ayağa kalktı, birkaç adım attı. Biraz aksar gibiydi. Uzaktan hala silah seslerinin geldiği tarafa döndü baktı, güneş batmak üzereydi. Havanın kararmasına yarım saate yakın bir zaman vardı. Ilık bir rüzgar esiyordu. Kuzeye doğru gökyüzünde bulutlar küme küme toplanıyorlardı. Güneş batmaya yaklaştıkça, bulut kümeciklerinin üstünü kızıllığa büründürüyordu.
Sipan hafif aksar halde yürümeye başladı.
IV
Sabahın ilk saatleriydi. Güneş daha yeni yükseliyordu. Vadi aşağıya doğru bir kavis çiziyordu. Soğuk ve serin bir rüzgar esiyordu. Sonbaharın son günleriydi. Hava soğumaya yüz tuttuğu halde gün dingin geçeceğe benziyordu. Günün dinginliği en çok da uçuşan ve cıvıl cıvıl sabaha erken başlayan serçelerde belirtisini gösteriyordu. Güneşle beraber yerden kanatlı karınca uçuşup havalanıyordu. Yüzlerce kuş kavak ağaçlarının üstünde toplanmışlardı. Birbirlerinin seslerini bastırmak için bağırdıkça bağırıyorlardı. Bağırmalarında sabahın sessizliğinde ilginç bir aheng oluşuyordu. Bu son senfoneleriymiş gibi çevreden ha bire kuşlar gelip bu senfoniye katılıyorlardı. Ayakta olanlar buranın her zamanki sahipleri kuşlar, karıncalar ve diğer canlılardı. Kavak ağaçlarının hemen aşağısında suyun bahçeler üzerine indiği oluklar üzerinde böğürtlen çalılıkları yükselmişti. Koyu yeşil yaprakları ince dikenli dallarıyla iç içe geçmişlerdi. Çalılıklar kayanın dibine kadar uzuyordu. Böğürtlenlerin üstünden hemen yerden dik yükselen kayalık el ele tutuşmuş iki insan görüntüsündeydi. Omuzları birbirleriyle birleşmişti. Omuzların birleştiği yerden aşağıya doğru su dökülüyordu. Suyun döküldüğü yeri yosun kaplamıştı. Uçları sararmıştı.
Böğürtlenlerin üstüne beyaz kanatlı bir kelebek geldi, kondu. Hızla bir yaprağa indi. Yaprak hiç esnemedi bile. Rüzgar çalılığın arasından esip geçti. Dalları sallanmaya başladı. Kelebek havada duraksaya duraksaya uçtu. Havada yarım bir daire çizdi, gitti, kurumuş dikenli ota kondu. Yine havalandı, bir tur attıktan sonra yine geldi, böğürtlenlerin üstüne kondu. Kanatlarını açıp açıp kapattı. Kanatları siyah benekliydi. Bir süre bekledikten sonra havalandı. Kayalığa doğru uçtu. Yosunların üstünden uçarak yukarı doğru yükseldi ve kayalığın üstünden kayboldu. Bir kelebek daha geldi. Az önce kayalığın üstünden kaybolan kelebeğin yerine koydu. Sallanan dallarla sağa sola sallandı. Böğürtlene doğru gelenlerin çıkardıkları seslerden dolayı olacak ki o da kalkıp uçtu, diğer kelebeğin izini sürermiş gibi takip etti. Kayalığın üstünden kayboldu.
-“El ele tutuşmuş, iki insana ne çok benziyor bu kayalık.” Gözleri kayalığa bakar halde yürüyordu. Oturacak bir yer aradı. Kurumuş otların üstüne oturdu. Sipan’da gelip hemen bitişiğinde oturdu. Silahını sağ tarafına bıraktı, paçalarını sıyırdı. Diz üstüne kadar paçalarını çekti. Diz üstündeki yarayı bir süre inceledi. Kurşunun çıktığı yer çok açıldığı için yara kapanıp iyileştikten sonra da yeri çukur kalmıştı. Bir yıl önce yaralanmıştı. Noktalarını terk edip Karlıova’nın güneyindeki notkaya doğru yola çıkmışlardı. Bir süre orada kaldıktan sonra bu defa tank pususuna Bedran ile düşmüşlerdi. Bu defa Bedran yaralanmıştı. Yine kurtulmuşlardı. Kendisinin verdiği bir ilişki onları ele verdiği için kendi kendine kızmıştı. Bedran’I yaralı haliyle çatışma bölgesinden çıkarabilmişti. Bir süre sonra annesi Gewrê ile küçük kız kardeşi Şirin Almanya’dan gelmişlerdi. Annesi tek tek arkadaşlara sarılmıştı. Şirin biraz büyümüş gibiydi. Şirin’e takılıp durmuştu. Şirin’in de ondan az kalır yanı yoktu. Her zamanki espriliği üstündeydi. Uzun uzun sohbet etmişlerdi. Yanlarında bir gün kalmışlardı, sonra gitmişlerdi.
Sipan bir süre yarasını ovuşturdu. İnci sinir damarları kopmuştu. Yara çevresini fazla hissedemiyordu. Bastırınca iğneler batırır gibi diken diken oluyordu. Ovuşturdukça belli bir rahatlama duyuyordu. Şalvarının paçalarını aşağıya indirdi, zincirini çekti. Bir sigara sardı. Kahraman’dan çakmağı aldı. Sigarasını yaktı. Geriye yaslandı. Gözlerini yukarı dikti, uzun uzun baktı. Yosunlardan aşağıya doğru su şırıl şırıl akıyordu. Sigarasını bitirinceye kadar bakmaya devam etti. Beyaz bir kelebek yukarı kayalığa doğru uçtu. Sonra bir tane daha uçtu. Gözden kayboluncaya kadar baktı.
Ne kadar çok kelebek çeşitleri vardı. Biliniyor muydu acaba? Değişik değişik renkte ve büyüklükteydiler. Sipan biraz düşündükten sonra bir kelebek daha yukarı doğru yükseldi. Kelebeğin telaşını düşündü. Sonra yedi günlük ömrünü düşündü. Telaşını anlamsız buldu. Yedi günlük ömrüne de hayıflandı. Cebinden defterini çıkardı ve defterine şunları yazdı.
“Bu gün gördüğüm bütün kelebekler beyaz ve benekliydiler. Kahraman’la dibinde şimdi oturduğumuz el ele tutuşmuş iki insan görünümünde olan kayanın üstünden sürekli beyaz kelebekler kayboldular.”
3 Kasım 2003
Sipan yazının altına tarihi attıktan sonra defteri kapatıp yeleğinin cebine koydu. Ayağa kalktı, silahını aldı. Suyun başına doğru gitti. Silahı omuzunda olduğu halde çeşmenin üstüne çöktü. Biraz inceledikten sonra avuçlarını doldurdu üç avuç içti. Dördüncüsünü yüzüne döktü. Çeşmenin suyu beyaz ve berraktı. Az olmasına rağmen taşkınca gürültü çıkararak akıyordu. Sonbaharın suları az da olsalar, hızlı ve taşkın akarlardı. Bir yerlere kendini ulaştırmak içinmiş gibi hızlı hızlı akıyordu. Bunu hep böyle bilmesine rağmen sonbahar sularının hızlı ve taşkın akması ilk defa dikkatini bu şekilde çekmişti. Biraz daha suyu seyrettikten sonra dipteki kaygan taşa gözü takıldı. Taşın aklını düşündü. Her şeyin bir dili ve anlamı vardı. Ve bütün bunlar insandan öteydiler ve gerçektiler. İnsanda anlam arayışı bunun diline ve aklına ulaşmaktı. Belki de bir toza bile.
Sipan düşünmeye başladıkça taş ve aklı fikri garip bir hal alıyordu. Bugüne kadar hiç düşünmediği bir şey gibi gelmişti. Elini hızla suya daldırdı, taşı sudan çıkardı, avucuna aldı. Avucunda evirdi çevirdi. “Bir taşın aklı da var”dan kasıt neydi? Arkasından yaklaşan Kahraman’I hiç fark etmemişti. Taşı hala elinde çeviriyordu. Sayıklar gibi üst üste taşın aklı cümlesini tekrarlıyordu. Kahraman yola çıkmak için hazırlanmıştı. Eğildi su içti, ayağa kalktı. Sipan’ın elindeki taş hala duruyordu. Sipan taşın bir akla sahip olup olmadığını Kahraman’a sormak istedi. Zamanı olmadığını düşünerekten sormaktan vazgeçti. Taşı aldığı suyun içine bıraktı.
Sonbaharın ilk yağmurları yağmaya başlamıştı. Islak ot ve yaprak kokusu keskin kokuyordu. Acı yaz ot kokusu etrafa yayılıyordu. Sararmış yapraklar ağaçların altında ve köşelerde kümelenmiş, yapraklar da çoktan birikmişti. Bütnü manzarada bir göç havası her şeye hakimdi. Ha taşındı ha taşınacaklarmış sanırdınız. Sonbahardaki göç duygusunu en fazla uyandıran belki de ağaçların altında toplanmış yapraklardı. Küçük bir rüzgar esintisi bu yaprakları hemen telaşlandırabiliyordu. Hepsi bir anda bir taraflara doğru koşuyor, sonra başka bir tarafa yönlerini çevriyorlardı. Birden telaşlanıp hız almaları ne kadar ani oluyorsa, durup dağılmaları da o kadar ani ve kesin oluyordu. Ortalıkta hiçbir şey yokken ve tek bir yaprak kıpırdamazken, birden rüzgar kurumuş yaprakların arasında dalıp hepsini üst üste toplardı. Ve kendi yerinde, çevresinde dönerlerdi. Bu koşuşturmaya katılmayan bazı boş gezen yapraklar da yok değildi.
Sipan öne düşüp yürüdü. Yolu kendisi biliyordu. Akşam üstüne kadar yürüdüler. Birkaç kez mola verdiler. Vakit öğleden sonraya doğru bir çobana rastladılar. Bir süre sohbet ettiler. Çoban hoşsohbetti. Çevrede düşman hareketliliği olup olmadığını sordular. Çoban sorulara bildiğinden daha fazlasını da verme gayreti içinde görünüyordu. Hatta tavsiyelerde bile bulunuyordu. “Heval kendinize dikkat edin, heval dikkatli olun” uyarılarını sohbetin arasında belirtiyordu. Yaşı 60’ın üzerindeydi, uzamış beyaz sakalları sigaradan bıyıkları sararmıştı. Tabakasından sapsarı rişi tütününü çıkardı. Sipan’a ve Kahraman’a uzattı. Bir sigara da sarıp yaktılar. Bir süre daha sohbet edip çevre hakkında sohbet ettikten sonra hatır isteyip ayrılmışlardı. Çoban arkalarından uzun uzun bakmıştı.
Sipan gerilla güçlerinin kuzey iç eyaletleri Güney Kürdistan sahasına geri çekilmelerinden sonra bir grupla beraber gelmişti. Ve kuzey sahasına yeniden büyük geri dönüşler başlamıştı. Bunu bilen düşman ordusu sürekli hareketlilik halindeydi. Geri dönüşleri darbelemek istiyordu. Bunu da gerilla gruplarının daha üslerine ulaşmadan yol süreçlerinde darbelemek istiyordu. Düşman hareketliliğinden dolayı Sipan ve Kahraman çok daha bir gizlilik içinde hareket etmek durumundaydılar. Sipan daha öncesinden bu yoldan geçtiğinde iki defa pusu ile karşılaşmış ve pusuyu düşmana hiç fark ettirmeden geçebilmişlerdi.
Şimdi daha öncesinden girdikleri bir pusu yerini geçmişlerdi. Yürüyüşe devam ettiler. Artık gün ağarmaya başlıyordu. Hava gittikçe serinliyordu. Gölgenin düştüğü yerler daha soğuk oluyordu. Yolun kestirmesi olan bir tepeye vurmuşlardı. Tepe biraz dik ve kayalıklıydı. Yarım saati aşkındır tepeyi tırmanıyorlardı. Tepe çıkıldıkça yukarı doğru bir eğim biçiminde yükseldikten sonra onun üstünde bir tepe daha yükseliyordu. Tepenin hemen yamacından aşağıya doğru bir vadi iniyordu. Vadinin sol aşağısından bir ova uzanıyordu. Ovadan vadiye doğru çıkıldıkça ormanlık yerler başlıyordu. Vadiden yukarıya doğru yamaç yine hafif bir eğim biçiminde yükseliyordu. Yukarılara doğru arazi taşlık ve çıplaktı.
Tepede şiddetli soğuk bir rüzgar esiyordu. Sipan tepeyi çıkarken terlemişti. Biraz duraksadı. Kahraman biraz gerisinden geliyordu, yorulmuştu. Terli halleriyle bu rüzgarda dursalardı soğuk alacağını düşündüğüden yürümeye devam etti. Kefiyesini çenesine kadar kapatacak bir şekilde boynundan sardı. İlerideki tepeye varmadan, yandan aşağıya vadi boyu inmeye başladı. Tepeyi biraz indiklerinde rüzgar birden durmuştu. Ama rüzgarın uğultusu kulağındaydı. Şimdi vadi önünde uzanıyordu. Derin bir sessizlik hakimdi. Vadi derin bir huşu içinde seyrediyor gibiydi. Sessizlik Sipan’I her ne kadar ürküttüyse de yürümeye devam etti. Sağa sola devrilmiş ağaçlar üst üste birikmiş sararmış yapraklar ayak altında kırılan kuru dallar kulaklarını sağır edercesine ses çıkarıyorlardı.
Sipan aşağıya indikçe vadinin içinden bir daha çıkamayacağı hissi yükseldikçe belirsiz bir rahatsızlık da vücudundan yukarıya doğru tırmanıyordu. Kendisindeki anlayamadığı his şimdi vadideki sessizlikle birleşiyordu. Birleşme kayboluşa dönüyordu. Ve adımlar kendi içinde çekilen bir kayboluşa varıyordu. Vadinin karşı tarafına kadar yürüyüş bir sessizlik içinde geçti. Ani patlayan ve beklenen silah sesleri vadideki sessizliği bir öküz böğürmesi gibi yardı. Yürüyüş yine devam etti. Ta ki ayakları yerden biçilinceye kadar devam etti. O zaman adımlar boşluğa yuvarlandı. Kendi içinde daireler üstünde daireler çizdi. Daireler dönmeye başladı ve boşlukta uzaklaşıp gitti. Uzaklaşma anı gittikçe uzuyordu. Bir türlü kaybolmuyorlardı. Sonra daireler tekleşti. Sonra üst üste çoğaldılar. Uçları bir ok gibi sivrilip sivrilip katı bir bulut kümesini delip kayboluyorlardı. Girdikleri yerden kor alevler akıyordu. Korların akışı bir türlü yere ulaşamıyorlardı. Sonra korlar yukarı doğru yükseldiler, korlar bir küre üzerine döküldü ve küre dönmeye başladı. Döngü hızlandıkça genişliyor, daralıp inceliyor uzuyor yakınlaşıyor, yakınlaşıyor… Yakınlaştıkça… şekilsizleşiyordu. Küre her şeyi içine çekiyordu. Küre yüzeyi kızıllaştı, morlaştı, matlaştı, kömür karasına döndü. Sonra renkleri iç içe bir kaosa döndü. Kaos binbir şekil aldı ve dağıldılar. Şekiller boşlukta yeniden doğdular. Sıvı bir kor halini aldılar. Hızlı hızlı aktı. Akış ritmik çığlıklara döndü ve bildik ve anlaşılan seslere dönüştü. Sesler gittikçe uzaklaşmaya başladı. Uzaklaştıkça yabancılaştı. Her şeyi içine alarak gitti. Arkasında ses kaldı. Ses damlalara döndü ve damlamaya başladı. Damlalar kırmızı kırmızı aktı, ıslattı. Islatma yanmaya döndü. Yanma yayıldı ve dağıldı. Damlalar ağırlaşarak indi. Islaklık katılaştı. Kırmızı damlalar akmaya devam etti. Yerde küçük küçük gölcükler oluştu. Gölcükler katılaştı mayalandı. Gölcükten inilti ve ışık yükseldi. Işık yüzeyde saydamlaşıp uzadı, berraklaştı. İnilti daraldı ve kesik kesik seslere dönüştü.
Kısık sesler belli aralıklarla “Sipan… Sipan…” çağrılarına dönüştü.
Ses yarı düş ile gerçek arasında bir uğultu içinden gelmekteydi. Karartı yavaş yavaş netleşiyordu. Yamaç kızılık içinde yüzüyordu. Ses yine kısık kısık yükseldi. Yan tarafından debelenen karartıyı ancak fark edebildi. Bir süre ne olduğunu kestiremedi. Karartıya bir süre baktıktan sonra ancak seçebildi. Karartı yine kıpırdadı.
Sipan karartının Kahraman olduğunu ve yerde yüzü yana dönmüş şekilde uzanıyordu. Belli aralıklarla olduğu yerde ancak kıpırdayabiliyordu. Kahraman’a doğru gitmek için ayağa kalkmaya kalkıştı. Ayağını çekmek istedi hissedemedi. Bir daha denedi. Her ikisinde de kalkamadı. O an yerinde sarsılır gibi oldu, sağ eli altında kalmıştı. Elindeki ıslaklığı hissetti, elini kıpırdatmaya çalıştı yapamadı. Eli kan birikintisi içindeydi. O zaman her tarafının ıslak olduğunu fark etti. Boynundan akan kan sırttan aşağıya kadar inmişti. Yerde uzanmıştı ve boynu yana doğru düşmüştü. Hala boynundan kanın akması bedeninde aşağıya doğru olup ıslandığını hissedebiliyordu. Bütün çabalarına rağmen gözlerini bir türlü açamıyordu. Gözlerinin üstüne bir perde inmiş gibiydi ve perdeyi bir türlü kaldıramıyordu. Gördükleri bulanıklık içindeydi. Gözlerindeki ağırlık gittikçe bastırıyordu. Boğazındaki yaradan kan akmaya devam ediyordu. Nefes alıp vermesi gittikçe zorlaşıyordu. Boynundaki yanma beynine doğru yükseliyordu. Gerilip gerilip bırakılan tel titreşimleri beyninde sarsıntılar yaratıyordu.
Kahraman’ın karartısını gördüğü yöne doğru yerde omuzlarına dayanarak sürünmeye çalıştı. Bedeni çok ağırdı. Belinden aşağısı bir soğukluk içindeydi. Üstüne çöken ağırlık gittikçe her tarafını sarıyordu.
Kahraman’ın olduğu yerden gelen sesler gittikçe iniltilere dönüşmüştü. İniltiler bir süre daha devam etti. Kahraman’ın karartısı birden gerildi, üst üste üç defa sarsıntı geçirdikten sonra karartı gevşedi. O zaman iniltiler de kesildi.
Sipan daha fazla ilerleyememişti, gözleri cansız karartıya çakılıp kalmıştı. İleriye doğru atılır gibi vücudu yeriden kalkıp kalkıp iniyordu. Kahraman’la arasında altı metre kadar olmasına rağmen ona bir türlü ulaşamıyordu. Sesi kesilinceye kadar onu çağırmıştı. Ama ona yetişememiş, cevap vermek için bağırmıştı sesi çıkmamıştı. Kahraman’a yetişememe ve ona cevap verememe acısı yüreğinden beynine doğru yükseliyordu. Çatışmaya girdiklerinde ayrılmayı söylemişti. Gözleri önünde sürekli Kahraman’ın gülümsemesi beliriyordu.
Sipan önünde birikmiş olan kanına gözleri takılıp kalmıştı. Bir süre öyle baktı. Gözlerindeki perde gittikçe ağıraşıyordu. Kan birikintisi üzerinde beyaz bir kelebek tur attı. Yere inmek ister gibi aşağıdan uçtu. Yere inmedi. Bir daha döndü, gelip elinin üstüne kondu. Kanatlarını açıp açıp kapatıyordu. Kelebeğin kanatları siyah benekliydi. Sipan şimdi kelebeğin beyazlığını bu kadar net görmesine şaşırdı. Bir süre kelebeğe baktı. Başını elinin üstündeki kelebeğe dokunmak için ileriye doğru uzattı. Kelebek yerinden hiç kıpırdamadı. Yüzüyle kanatlarına dokundu. Kelebek o zaman havalandı. Gökyüzüne doğru uçtu kayboldu.
Silah Arkadaşı
Devamını okuyun...>>